Yapı Kredi Kurumsal İletişim Direktörü Arda Öztaşkın: “Sürdürülebilirliği sadece farklılaştırıcı bir marka stratejisi olarak değil, iş modeli olarak da benimseyen ve dönüşen şirketler kazanacak.”
Dünyanın kaynakları hızla tükeniyor. Bilim insanları tüketimin bu hızla devam etmesi durumda, 2050 yılında dünyadaki tüm kaynakların tükenebileceğine işaret ediyor. Bugün “sürdürülebilirlik” kavramı çerçevesinde tartışılan küresel ısınmayı gündeme ilk getiren Birleşmiş Milletler, 2030 yılına kadar gezegeni korumak ve tüm insanların barış ve refah içinde yaşamasını sağlamayı hedefliyor. İklim koruma konusunda şu andaki politikaların değiştirilmemesi durumunda 28 yıl sonra, yani 2050 yılında dünya nüfusunun yarısından fazlasının “çok yüksek su riski” olan bölgelerde yaşamlarını sürdürmek zorunda kalabileceğine dikkat çekiliyor.
Peki sürdürülebilirliğe yaklaşımımız ve ortak değer yaratmak için stratejiler neler olmalı? Son zamanlarda en çok telaffuz edilen sürdürülebilirlik kavramıyla ilgili, Yapı Kredi Kurumsal İletişim Direktörü Arda Öztaşkın neler düşünüyor? Haberin detayları geliyor…
Sürdürülebilirliği iş modeli olarak benimseyen şirketler kazanacak
Arda Öztaşkın, “Sürdürülebilir bir dünya üzerine konuşulurken genellikle iklim krizi, global ısınma, kirlilik, atmosferdeki sera gazlarının artması, biyoçeşitliliğin bozulması, buzulların erimesi ve tüm bunların olumsuz etkileri tartışılıyor. Fakat sürdürülebilirlik yalnızca bir doğa meselesi değil. Sürdürülebilirliğin vazgeçilmez boyutları aynı zamanda ekonomik ve sosyal meseleleri de içine alıyor. Sürdürülebilirlik dediğimizde, gelecek için insanca ve adil bir yaşam sürebilmeyi de konuşmamız gerekiyor.
İnsanlık, milyarca yıldır dengesini koruyan doğayı maalesef çok büyük bir hızla talan etti. Doğa ile insan arasındaki ilişki bozulurken aslında diğer yandan insanın insanla olan ilişkisi de zarar gördü. İklim krizini yaratan koşullar, aynı zamanda tüm dünyada ülkeler, toplumlar ve dolayısıyla insanlar arasındaki uçurumları büyüttü. Bu anlamda sürdürülebilirlik, sadece doğa ve insan ilişkisi ile sınırlı değil, insanların kendi aralarındaki ilişki ile de yakından ilgili. Temel insan hakları, insanca yaşam, adalet gibi konular da sürdürülebilir bir gelecek için yaşamsal konular. Dolayısıyla, iklim krizi gibi meseleleri ele alırken, iklim krizinin bireysel ve toplumsal düzeydeki etkilerini de gözden kaçırmamak gerekiyor.
Bununla birlikte, sürdürülebilirlik alışılagelmiş inanışın aksine ekonomik büyümeye karşı değil. Sürdürülebilirliğe kapsam olarak baktığımızda, ekonomik büyümeyle birlikte toplumsal ve çevresel konuların da aynı hassasiyetle ele alınmasını istiyor. Sürdürülebilirlik, sadece bir sosyal sorumluluk konusu, çevresel duyarlılık ya da sosyolojik bir olgu olarak da düşünülmemeli. Çevresel, sosyal ve ekonomik olarak adlandırabileceğimiz üç farklı bacağa oturan sürdürülebilirlik, çok kapsamlı ve teknik olarak yönetilmeye son derece ihtiyaç duyan bir konu.
Markalar açısından bakacak olursak; bugün sürdürülebilirlikle ilgili stratejilerin, rekabet gücü sağlamak için gerekli olduğu konusunda neredeyse herkes hemfikir. Bununla birlikte sürdürülebilirlik konuları sadece topluma ve çevreye değil, markanın kendisine de faydalar sunuyor. Bugün markaların ‘amaç’ peşinde koşması, geçmişte tüm sistemin ‘amaçsız’ olduğu anlamına gelmiyor. Konuyu, ekonomik doktrinlerin değişimi ve gelişimine paralel olarak bütünsel bir bakış açısıyla değerlendirmek gerekiyor. Değerlendirmeye, Ekonomi Nobel Ödülü sahibi Milton Friedman’dan başlayacak olursak, aslında şirketlerin amacı ‘Hissedara para kazandırmak’. Bugün STK’lar, kamuoyu, medya gibi paydaşların baskısı ve dile getirmesiyle tüm bu çevresel ve sosyal kaygılar, ekonomik işleyişin içine girmek durumunda kaldı. Çevresel ve sosyal kaygılardan tetiklenen ekonomik riskler de ortaya çıkmaya başladı.
Bununla birlikte 2020’de Davos’ta kritik bir manifesto yayınlandı ve bu manifestoda şirketlerin amacının, tüm paydaşlarını ortak ve sürdürülebilir değer yaratmaya dahil etmek olduğu ortaya konuldu. Böyle bir değer yaratırken bir şirketin sadece hissedarlarına değil, aynı zamanda tüm paydaşlarına da hizmet etmesi gerektiği dile getirildi. Çevresel ve sosyal risklerin karlılığa etkisini yönetmekten öteye geçen bu anlayış, sadece hissedarlara değil, insana ve gezegene de değer yaratılmasını esas alıyor. Konu reaktif olarak riskleri yönetmekten çıkarak, markaların farklı paydaşlarına değer yaratmak üzere proaktif hedef ve program yürütmelerine dönüşmüş durumda.
Merkezde hissedarı tek paydaş olarak tutan yaklaşımdan, tüm paydaşlara ekonomi, insan ve gezegenin oluşturduğu üçlü bacakta değer yaratmaya odaklanan bu anlayış, aslında şirketlerin iş modellerini gözden geçirmeleri açısından çok önemli bir kırılım. Dünyanın en büyük varlık yönetimi şirketi olan Blackrock’ın CEO’su Larry Fink’in “Sürdürülebilirliğe çevreci olduğumuz için değil, kapitalist olduğumuz ve müşterilerimize güvendiğimiz için odaklanıyoruz. Bu, şirketlerin ekonominin geçirmekte olduğu büyük değişiklikler için işlerini nasıl ayarladıklarını anlamayı gerektiriyor” sözü, bu konuda oldukça dikkat çekici. Fink, şirketlere iklim değişikliğine dikkat etmeleri yönünde baskı yapmaya devam edeceklerini, çünkü bu dikkatin finansal açıdan oldukça mantıklı olduğunu söylüyor. Bu doğrultuda biliyoruz ki gelecek, tüm paydaşlara uzun soluklu değer yaratmak amacıyla çalışan ve bunu da ekonomi, insan, gezegen üçlü bacağında ‘mış gibi’ değil; samimiyetle yürüten ve iş modellerini de sosyal girişim dinamikleriyle uyumlu hale getirmiş şirketlerin olacak. Sürdürülebilirliği sadece farklılaştırıcı bir marka stratejisi olarak değil, iş modeli olarak da benimseyen ve dönüşen şirketler kazanacak.
Biz de Yapı Kredi olarak çevresel ve sosyal etkilerin yönetilmesinde finans sektörüne düşen sorumlulukların bilincindeyiz. Bu sayede sektörümüz ve ülkemiz için örnek kurum kimliğimizi senelerdir başarı ile taşıyoruz ve taşımaya devam edeceğiz. Sürdürülebilirlik konusundaki ana yaklaşımımız, ekonomik gelişme ve büyümeyi sağlarken aynı zamanda toplumsal ve çevre konularına da hassasiyet gösterip, her alan ve paydaş için uzun dönemli değer yaratmaya dayanıyor. Dolayısıyla biz sürdürülebilirliği asla gelip geçici bir eğilim ya da yükselen bir duyarlılık olarak görmüyoruz. Bizim için sürdürülebilirliğin her üç bacağı da eşit önemde. Bu nedenle sürdürülebilirliğin tüm bu kolları iş kültürümüzün ve felsefemizin tam da kalbinde yer alıyor.”
Haberin detaylarına buradan ulaşabilirsiniz.
Şimal Doğan